Kısa ve öz bir ego hikayesi
Başlıktaki ifadeyi aslında Stoa felsefesini dünyaya tanıyan yazarlardan Ryan Holiday’in en popüler kitaplarından biri olan “Ego Düşmanındır”dan çalıyorum. Kitabı iki sene önce okumama rağmen bir türlü aklımdan çıkaramadığım, kelimenin tam anlamıyla kulağıma küpe olmuş bir hikâyeden kısaca bahsetmek istiyorum.
Hikâyenin ana kahramanı, F-15 ve F-16 projelerinin mucidi olan, Kore Savaşı’nda karşısına çıkan her düşmanı kırk saniyenin altında mağlup edebildiği için “Kırk Saniye Boyd” lakaplı jet pilotu John Boyd. İsminin çok duyulmaması ise tesadüf değil. Çünkü ne bir kitabı var ne de bir TEDx konuşması. Amerikan ordusuna inanılmaz katkıları olmasına rağmen Albay rütbesinin de üzerine çıkarılmamış. Orduda daha çok bir danışan görevi görmüş, radarın altında siyasete karışmadan kariyerini tamamlamış. Amerikan ordusunun tarihine daha fazla girmek istemiyorum ama kısaca modern strateji konusunda bir deha olduğunu söyleyebiliriz [1]. Holiday ise kitabında Boyd’un 1973’te emri altındaki çok başarılı ve umut vadeden bir subayına yaptığı konuşmasından bahsediyor:
“Aslanım, bir gün yol ayrımına geleceksin ve gideceğin yönü tayin etmen gerekecek.” Boyd, bu iki yönü göstermek için ellerini iki yana açtı. “Bu yöne gidersen tavizler vermen ve dostlarına sırtını dönmen gerekecek. Bunun karşılığında kulübün üyesi olacak ve yükseleceksin.” … “Ya da diğer yoldan gidecek ve bir şey yapacaksın, ülken için, Hava Kuvvetleri ve kendin için bir şeyler. Kararlarını uygularken terfi edemeyebilir, istediğin görevlere getirilmeyebilir ve komutanlarının gözdesi olmayabilirsin. Fakat kendine ve dostlarına karşı sahici davranacaksın. Ve yaptığın iş bir fark yaratacak. Biri olmak ya da bir şey yapmak. İşte tam olarak bu ikisi arasında bir seçim yapman gerekiyor.”
Peki, bir şey olmak mı istiyoruz bir işi yapmak mı? Bir meyve ağacı fidanı ekip; günbegün o toprağı sulayıp, o ağacın yavaş yavaş dallanıp budaklanmasının tadını çıkarıp; zamanı geldiğinde ise tatlı meyvelerini ağacın serin gölgesinin altında yerken tatlı bir uykuya mı dalmak istiyoruz, yoksa sadece ağacın meyvesini yemiş olmak mı? Ya da bizim dahi olmayan bir ağacın meyvesini yemediğimiz halde yiyormuşuz gibi göstermek mi istiyoruz? Bir şeyleri öğrenmeyi mi istiyoruz, bir şeyleri bilmiş olmayı mı? Halkımıza hizmet etmek için mi çalışıyoruz yoksa özel şoförümüzün bizi götürdüğü o sosyete yemeklerinde maaşımızın yirmi katı takım elbiselerin içinde “başarılarımız” ile övünmek için mi? Holiday’e göre bu sorunun cevabının bağlı olduğu tek bir şey var: Egomuz. Eğer egomuza haddinden fazla kontrol veriyorsak, bir işi başarmak için akıtılması gereken kan ve ter yerine o işi başarmış olma hissini tercih edebiliriz. Kazanmadığımız paraları kazanıyormuş gibi gösterip, yapmadığımız işleri yapmışız gibi pazarlayabiliriz.
Egonun yankıları
Bu yapmak ve olmak arasındaki ikilemin sadece yukarıda saydığım örneklerden daha masum durumlarda da kendisini tezahür edebilir. Misal resim çizmeye yetenekli ve sanatı çok seven bir çocuk düşünelim. Belki bu çocuk altmış üç sene önce ülkemiz şartlarında doğmuş olsaydı sadece sanat ile ekmek parasını çıkaramayabilirdi. Belki bugün doğsaydı bu yeteneğini üniversite dahi okumadan dijital ortama dökerek müşterileri için web siteleri tasarlayıp; kendisini ise sosyal medyada bir güzel pazarlayarak dolu dolu bir kariyer yapabilecekti. Özellikle temelleri daha dün gibi kısa bir süre önce atılmış olan ülkemizde de Cumhuriyet dönemi sanatçılarının hatırı sayılır bir kısmının PTT memurluğu, Millî Eğitim Bakanlığında çevirmenlik, öğretmenlik vb. meslekleri yaparken eserlerini oluşturmalarına şaşmamalı. Başka milletlerin yakıp yıktığı şehirlerimizin inşasında su mühendisliği yapan bir vatandaşın, tutkusuna kulak vererek işini bırakıp da sürrealizm akımının savunucusu olabilmesi akıl sır erecek iş değil. Ülkemizden bahsettim ama bunu bütün dünyaya da genelleyebiliriz. Ortada her zaman bir kıyas durumu var. Evvelden beri duyduğumuz mahşerin dört atlısına bindirilmeye çalışılan ısmarlama çocukları bir hatırlayalım:
— Çocuğum öğretmen, doktor, mühendis ya da avukat olsun.
+ Peki, başka ne istersiniz?
— İyi bir eşi, huzurlu bir yuvası olsun.
+ Tamamdır, başka?
— Tuzu ve yağı da biraz bol olsun. Bizim beyin kolesterolü var ama akşam misafirlerimiz gelecek, onlar ekmeği banarak yerler.
Nitekim ekonomik sıkıntılar ve hayatın gerçeği de bu denkleme eklendiğinde, bizden daha bir iyi hayat yaşamalarını istediğimiz çocuklarımızı bu tarz sosyoekonomik statüsü yüksek mesleklerde hayal etmek kadar da doğal ve anlaşılır bir tepki düşünemiyorum. Gel gelelim teknolojinin gelişimiyle bu tarz mesleki hiyerarşiler günümüzde önemini kaybetmeye başladı evet ama geçmişin sosyokültürel yankıları öyle kolay kolay yok olmaz, olmamalı da.
Bugün ise değinmek istediğim nokta, bu yankılardan birisi olan egonun nesiller arası yankısı. Bu yankıyı sosyal medyada da görebiliriz: Eğitim almadan psikologluk yapan “danışmanlardan” kredi çekerek on beş dakikalığına kiraladığı özel jetten para kazanma kursları satmaya çalışan “iş insanlarına” kadar. Sosyal medyada kendisini bu tarz kâr amaçlı içeriklerle belli eden bu kültürü başka alanlarda da görebiliriz. Misal komşunun aldığı evin altında kalmamak için kredi ile ev almak. Bir çocuğun komşunun çocuğu ile kıyaslanmaktan yorulup derslerine hepten çalışmayı bırakıp ailesine notları hakkında yalan söylemesi. Ya da bir gencin ödeyeceği bedelin, akıtacağı terin farkında olmadan statü uğruna ilgisini çekmeyen bir mesleği seçmesi. Yapmak üzerine değil, olmak üzerine bir kültür.
Aslında her işin başı akıl, gerisi sabır ama o sabrı göstermek de gitgide zorlaşıyor. Az önce son örneğimde bahsettiğim gibi bence meslek seçimlerinde de bu ego kendisini gösteriyor. Sadece statü ve maddi çıkarlar için girilmiş işler insanı bir süre sonra mutsuzluğa, mutsuzluk umutsuzluğa, umutsuzluk ise kendisini sosyal medya gibi kaçış araçlarına ya da psikolojik problemlere bırakabiliyor. (Tabii ki burada hayat şartları gereği nice zorluklar altında hayatta kalabilmek için çalışan veya buna benzer zor durumlardaki insanlara seslenmiyorum, seslenecek hadde de sahip değilim.)
Peki, varsayalım bir mesleği seçmiş bulunduk. Kısa vadede de çıkış kapısı pek görünürlerde yok. Bu işin ya da mesleğin bazı özelliklerini ve getirilerini seviyoruz evet ama kendimizi motive de hissetmiyoruz. Bu konuda ne yapabiliriz?
İçsel ve işsel motivasyonu artırmak
Bu sorunun cevabını organizasyonel psikoloji literatüründe saygı görmüş bir teori ile cevaplamak istiyorum: Öz-Belirleme Kuramı. Bu kurama göre insanın mesleğinde ya da yaptığı herhangi bir davranışta içsel ve sağlam bir motivasyona sahip olması için üç şeye ihtiyacı var:
Özerklik İhtiyacı: İnsanlar zorla ya da davranışların sıkça kontrol edildiği işlerde değil, kendi kararları ve duyguları doğrultusunda gerçekleştirdikleri işlerde daha motive olurlar. Burada bireyin kendi değer ve inançlarıyla paralel işler yapabilmesi de özerklik ile ilişkilidir. Kısacası işin her bir parçasının önceden belirlenmiş olması işin eğlencesini ve önemini kaçırır. Biraz özgürlük şart.
Yeterlilik İhtiyacı: İnsanların çevrelerinde bir etki yaratabilme, çevresinden gelen olaylarla başa çıkabileceğine dair inancına olan ihtiyacıdır. Eğer o işte insanlar kendisini yeterli hissederse, çevrelerini daha motive keşfederler, bir sorun olduğunda da bunu aşmak için motive olurlar. Hiç finans eğitimi almamış bir insanı banka müdürü yapıp çalışmaya zorlarsak tüm gününü hayatta kalmak için çırpınarak geçirebilir. (Gel gelelim insanlar yeterli olmak için çalışmak — yani o işi yapmak— yerine o işi yapan insan olmayı tercih edebiliyor, genelde de buna adam kayırma ya da nepotizm diyoruz.)
İlişkili Olma İhtiyacı: “Bireyin kendini bir gruba ait hissetme ve başkalarıyla anlamlı ilişkiler kurma arzusudur. Bu ihtiyaç; karşılıklı saygı, güven ve duygusal kabul ile karşılanır. Tatmin edici, destekleyici sosyal ilişkiler bu ihtiyacı giderir.” Yani insanın işinde kurduğu ilişkiler de en az işin kendisi kadar önemlidir.
Şimdi bir çizgi hayal edelim. Bu çizginin en solu tamamen motivasyonsuz olduğumuz ve bu işten kaçmak için her türlü fırsatı kovaladığımız yer olsun. En sağı ise çevremizdeki insanların bize “Çocuğum yoruldun artık!” dediği türden sevgi ve heyecanla yaptığımız bir işe sahip olduğumuz yer olsun. Öz-belirleme kuramına göre yukarıda bahsettiğim üç ihtiyacın karşılanma oranına göre hepimiz bu çizginin bir noktasındayız. Aşağıda ise bu çizginin duraklarını yazdım:
Hepimiz bu çizginin bir yerindeyiz dedim evet ama bir işin her saniyesinde ve her kısmında aynı noktada olmak zorunda değiliz. Hatta genelde en severek yaptığımız bir işi bile bazen sırf para getirsin diye yapabiliyoruz ya da o işin bazı kısımlarından nefret edebiliyoruz.
Sosyal ve organizasyonel psikoloji dersinde gerçek hayatta da büyük kuruluşlarda insan kaynakları danışmanlığı yapan hocamın anlattığına göre önce yukarıdaki çizgide (genel olarak) nerede olduğunuza, akabinde hangi hangi üç temel ihtiyaç ile çizginin biraz daha sağına yanaşabileceğinize bir bakın. Ben mesleki açıdan yaklaşsam da bu kuramı hayatınızın birçok alanında düşünebilirsiniz: Kilo aldıran davranışlar, sizi mutsuz eden davranışlar, yıkamak istemediğiniz bulaşıklar ve daha niceleri. Kendi işinizde ya da hayatınızda bu üç ihtiyaçtan bazılarını bir tık daha fazla karşılamak için neler yapabilirsiniz bir düşünün.
Teoriyi somutlaştırmak için birkaç örnek vermek istiyorum. Belki spora dilediğiniz sıklıkta gidemiyorsunuz ve bir arkadaş grubuyla gitmeniz ya da toplu yapılan sporlara katılmanız motivasyonunuzu arttıracak – yani ilişkili olma ihtiyacınızı biraz daha gidermiş olacaksınız. Belki birkaç ay önce başladığınız işin bazı sorumluluklarına zamanınız yetmiyor. O zaman da zaman yönetimi ile ilgili bir eğitim alarak yeterlilik ihtiyacınızı ya da yöneticinizden biraz haraket alanı isteyerek özerklik ihtiyacınızı biraz daha giderebilir; motivasyonunuzu arttırabilirsiniz. Belki de ailenizin yüzünü kara çıkarmamak için sevmediğiniz halde doktorluk yapıyorsunuz, Toyota kullanırken gülmek yerine Ferrari arabanızın içinde ağlıyorsunuz. O zaman da işinizi eğlenceli kılmak için o işin bazı kısımlarında bazı değişiklikler yapmanızın, işinizi değiştirmek için özgeçmişinizi güncellemenizin ya da yeni bir iş için yeni yetenekler öğrenmenizin zamanı gelmiş olabilir.
Tabii ki her iş ve her durum birbirinden farklı. Burada birkaç örnek ile tüm durumu genellemek istemiyorum. Bu öz-belirleme kuramı doğrultusunda sizin şartlarınıza uygun şekilde hangi alanlarda değişiklik yapabileceğinize ya da yapmak istediğinize en iyi siz karar verirsiniz. Kariyer konusunda da bir uzman değilim, nitekim ben de biraz acele kararlar alarak hatalar yaptım, yapıyorum. Yine de bir işi neden yaptığını anlamanın hayatımızın kalitesini arttıracağına inanıyorum. Bu iş mesleki bir iş de olabilir, bulaşıkları yıkamak da olabilir, bize kilo aldıran alışkanlıklarımız da. En nihayetinde ise bu konuda her şey iki seçeneğe indirgeniyor: efor harcamadan başarmış olmak mı istiyoruz, bir şeyler yapmak mı? Diğer bir deyişle, egomuzun kontrolünde mi yaşamak istiyoruz, egomuzu kontrol ederek mi?
Bu süreç göz korkutucu ve zahmetli gözükebilir ama bir şey yapmak zaten birisi olmaktan daha zordur. Sabır ister, cesaret ister, egoyu kontrol altına almayı ister. Abimin çocukken ben ne zaman bir şeyi yapmaktan çekinsem ya da o işin bana getirisini değersiz görsem bana hatırlattığı bir söz vardı: “Bir, sıfırdan büyüktür.” Aradaki fark az bile gözükse, günün sekiz saati, haftanın beş günü, yılın ise neredeyse yüzde sekseninin işte geçtiğini varsayarsak, bizim işimizdeki motivasyonumuzu çok az dahi olsa artıracak birkaç aksiyon hızlıca birikip hayatı daha yaşanılır kılabilir. Ölene kadar her gün uyuyup uyandığımızı varsayarsak, sabahları bize iyi gelecek bir yeni alışkanlık 2 senede bizi tanınmayacak kadar geliştirebilir. Çinli filozof Lao Tzu’nun da dediği gibi, binlerce kilometrelik bir yolculuk bile tek bir adımla başlar.
Saygılarımla,
Buğra
[1] İlgilenenler için Boyd’un biyografisi: Boyd: Fighter Pilot Who Changed the Art of War. Maalesef Türkçe çevirisini bulamadım.


